22 Ekim 2010 Cuma

once upon a time...

Doğup, büyünülen yer; eski alışkanlıklar, unutulmayan anılar...

Çarşamba günü eğitim sonrası hava henüz aydınlıkken dışarıda olabilmiş olmanın verdiği mutlulukla düştüm yollara... Aslında çok da tanıdık olan bir manzaranın ortasında buluyorum kendimi. Saat 6 da köprü yolunda.

Parke taşlı yokuşu, balata kokuları ve korkunç trafiğiyle Yıldız yokuşu, çocukluğumdan itibaren 22 senenin dolu dolu yaşandığı yer...

Bir fenerbahçeli olarak çarşının tam da göbeğinde Abbasağada oturup her maç sonrası arabamızın sunroof unun kırılışına şahit olmak, hırsızlığın istisnasız her gece boy gösterdiği bir mahallede okul sonrası çantanın apartmanın içine atılarak kapı önünde muhabbete dalmak, saat 9 olup da içeriye diye seslenmek üzere cama çıkan annelerden 5 dk daha istemek... Doğru düzgün kız arkadaş olmadığı için 9 aylık oynamak kapalı dükkanların kepenklerini kale ilan etmek, gerekirse tanışmak istenen kızlarla tanışıp  erkeklere yardımcı olmak...

Tabi bir de unutulmaması gereken çocukluk aşkları, mahallenin kendinden yaşça büyük yakışıklılarına aşık olup ... abi diye muhabbete girmeye çalışıp seni fark etmesi için uğraşmak. Uzaktan izleyip bir kız arkadaşı olduğunda ilk günlüğünü yazıp gözyaşı dökmek. Bunalım şarkılarla tanışıp her şarkıya bir anlam yüklemek, saatlerce hayallere dalmak..
Aradan 10 sene de geçse kahkahalarla yaptıklarına gülsen de unutamayacağın ilk aşk...

Derken ortaokul biter, serseri mayın gibi ortalarda gezen ergenler karşı cinse farklı anlamlar yüklemeye başladığından sokak oyunları yerini kaçamak apartman köşesi buluşmalarına bırakır. Anne bir bakkala çıkıyorumla başlayan cümlenin sonu bellidir aslında yarım saat ortalarda yokum.
....
Trafikte henüz 10 mt ilerleyebilmişken sokaktakileri düşünüyorum. Manavcı Şükrü amca, bakkal Lütfü amca, rakip manav Müzeyyen teyze, bu kadın yemek yemiyor mu ya da uyumuyor mu dediğim cam kuşu Sabahat teyze. Böyle teyzeler her sokakta var sanırım, biri birşey sorduğunda camdan seslenip "az önce burdan geçti", ya da birinin kapısı çalınıpda açılmadığında "onlar bilmem nereye gitti" cümlelerini duyduğunuz mahallenin yardımsever teyzeleri...
Ve tabi pazar günlerinin unutulmazı üst kat komşumuz. 50 yaşından sonra pop müzikle tanışan, her sabah Kuşum Aydın izleyen, kocasını Noel baba sandığımız, GS maçlarında evi başımıza yıkan Gülden teyze ve Ahmet amca...
...
Sonunda 30mt ilerlemeyi başardım. Nereye mi gidiyorum bu zor ama sevimli mahalleden 3sene önce taşınıp ta yerleştiğimiz yeni evimize...Sokak dedikodularının, bakkalların manavların süpermarketin içine tıkıştırıldığı etrafı 4 duvarla çevrili blokların arasına...

16 Ekim 2010 Cumartesi

bu da nerden çıktı dedirten sorular:1

Yazılarımı yorumlarından mahrum bırakmayan sevgili Bluesilence:)
Uzun süre ara vermemek adına spontane gelişen bir soru üzerine yazmak istedim. (spontane kelimesi birilerinin kulaklarını çınlatır mı acaba:) )
Gelelim soruya, neden alkol sonrası insanın canı en çok burger istiyor? Alkollu geceleri takip eden günlerde sabahın köründe bile burger yememize neden olan bu dürtü neden kaynaklanıyor?
Oturdum başladım araştırmaya ama yaptığım araştırma sonrası kandaki alkol oranını dengelemesi, mide bulantısını yatıştırması ve vücudun sıvı ihtiyacını gidermesi için şekerli şeyler tavsiye ediliyor. Özellikle çevirme anlarının kurtarıcısı olarak vazgeçilmezimiz çikolata ilan edilmiş.

Tabi ben bu kadarla kalmadım, burger krizi geldiğinden beri herkese soruyorum ve aynı cevabı alıyorum. Hamburgeeeer:) Hem de en soğanlısından turşulusundan Whooper:) Yani açıklamalar tatlı yönünde olsa da ben yaptığım istatistiklerden sonra tuzlu şeylerin tatlıdan daha çok istendiğini ve tüketildiğini gördüm. Belkide tekila-tuz-limon un açıklaması da buradan geliyordur.
Aksi olsaydı limon ve tuzumuzun olmadığı domatesin tekilaya eşlik ettiği gün o talihsiz resimler çekilir miydi:)))



Bu arada kimsenin beğenmediği ve dırdırlarını dinlediğim o  akşamın sonunda yeni trendin tekila-domates suyu olduğunu öğrendik. Denemeye değer:)

Son olarak aşağıda mideniz ne kadar kaldırır bilemesem de tavsiyeleri paylaşıyorum...

11 Ekim 2010 Pazartesi

ayaklar ve spontane programlar...

Geçen haftayı yoğun ama kızlar gecesinin düzenlenmiş olması ile bir o kadar güzel geçirmiştik. Ohh koca hafta bitti önümüzdeki haftasonu sakince evde dinlencem derken çalan telefonda Aslının sesi;
 "Şeboooo haftasonu Antalya'ya gitmeye ne dersin"
"Delirdin mi,  nerden çıktı Antalya"
 "Ya değişiklik olur hadi al bileti gidiyoruz"
"Sen manyaksın beni de manyak ettin" ile devam eden cümleler ve salı günü alınan Antalya bileti :))) Facebooktan sesimizi duyan Duygu'nun katılımı ile renklenen ama muhteşem beşlinin ikisinin katılamaması ile biraz hüzünlenen haftasonu kaçamağı...

Cuma günü işten 3te paydos edip 2 haftadır ayrı kaldığım arabama sonunda kavuşmuş vaziyette İstanbul'daki tüm Jeeplere inat çıktım trafiğe:) Muhteşem yağmur ve cuma trafiğine rağmen uçağa yarım saat kala yetiştim hava alanına. Üstelik taksici amcanın sol şeritte 30km hızla gittiğini de düşünürsek :)

Veeee 35 dk rötar sonrası yağmurlu bir İstanbul'dan güneşin henüz battığı Antalya'ya varış. Havaalanında Aslı gibi karşılanmamış olsam da (buradaki taşım sana Aslı!!!) saolsun Volkan aldı eşyalarımızı ve evine yerleştik:) Buradaki yerleştik kelimesi mecazi bir anlamda değil, gerçekten Volkanın evine 3 günlüğüne de olsa yerleştik:)
Saat 9 gibi Duygu'yu da aldıktan sonra bu gerçekten son Aslı diyip tabi kii BurgerKing'e uğradık. Eve dönüp maçı izledikten sonra attık kendimizi dışarı ve Jolly joker'in ardından bizi bekleyen gecenin eğlencesi... Boleyn'de Alex:)) Detaylara girmek istemesem de sigara dumanı rahatsız ediyorsa ki sonraki 3 gün boyunca kıyafetlerimizin valizimizdeki herşeyi sigara dumanına boğmuş olduğunu söylemek istiyorum yoğunluğu anlaşılsın; pek tavsiye edebileceğim bir yer değil. En azından duman problemine bir çözüm bulunana kadar, bir de Alex şarkıların sözlerini öğrenene kadar:)

Cumartesi sabahı hazırlanan muhteşem kahvaltı sonrası (muhteşem demek zorundayım Muge ve Aslı henüz siz de onu görmedim:) ) Olimpos'a doğru yolculuk başladı.
1 saat sonra sherif pansiyondayız... Eşyaları yerleştikten sonra akşamın son güneşini kaçırmamak için yürüdük sahile ve ayaklar olimposun muhteşem suyunun içinde... (bkz facebook)

Günün son güzel saatlerinden sonra akşam için odaya gidilir veeee muhabbet arasında uykuya dalınır. Soğuktan klimayı 30 dereceye ayarlayan ayaklar üşüyerek uyandıklarında fark ederler ki odadaki iki cam da açıktır:)

Biraz acıktık mı ne derken balıklarımızı yerken bulduk kendimizi harika salatamız eşliğinde... Ardından ateşin başında elimizde çekirdeklerimiz, tatlı bir muhabbet ve kahkalar... Kalbimiz Ege de değilde Olimposta mı kaldı acaba?!
Saat 1 de acıkan ayaklar gitar sesi eşliğinde ateşin başında sucuklarını yerler, yarım saat önce avukatlarla takılan ayaklar şimdi bohemlerle birliktedir...
Ama ne olursa olsun yıldızların bu kadar güzel göründüğü, ateşin bu kadar keyifli bir sohbete eşlik ettiği, sessizliğin bu kadar huzur verdiği bir geceyi bir arada geçirmenin değeri : paha biçilemez...

Olimposa gittiniz mi eğer tarih meraklısıysanız antik kenti gezmeden sakın ola ki dönmeyin diyorum ve birde fotoğraf makinanız olmadan asla gitmeyin. Eğer varsa uyku tulumunuz ve içeceklerinizle güneşin batışından sonra sahilde ateş yakmak ta harika olabilir diyerek geçiyorum ertesi güne...
Sabah 9da tekne turu için buluşalım diye anlaşan ayaklar 10da "aaaa alarmı duymamışız" diyerek uyanır. Horozlar köpekler ve kediler eşliğinde kahvaltı sonrası bu sefer Adrasan yolu tutulur. Sıcacık suya teslim ayaklar çıktıklarında biraz üşüdüklerini fark etseler de yılın son deniz sefası diyerek bir sonraki tatilin planını yapmaya başlarlar.


Adrasan oldukça keyifli Olimpos kadar farklı bir atmosferi olmasa da denize sıfır diyebileceğimiz pansiyonların olduğu küçük bir sahil... İncik boncuklar alıp misss gibi ev mantısını bir de patatesli gözlemenizi afiyetle yiyebileceğiniz bir yer...

Sonrasında mı, sonrasında;
Her güzel şeyin bir sonu var diyerek dönüyoruz Antalya'ya. Altın portakal nedeni ile yollar biraz kalabalık ama olsun dalıyoruz şehrin içine. Keyifli akşamın son saati DVD alıyoruz. Bu hafta tavsiye edebileceğim film "The Blind Side" bir de "Knowing" var her ne kadar sonunun daha iyi olabileceğini düşünsem de...



Pazar akşamı da filmlerimizi izledikten sonra pazartesi sendromuna evde ayaklarımızı sehpaya uzatmış tv mizi izleyerek başlıyoruz.
Duygu'yu şube açılışı için Demre'ye yolcu edip Volkan'ı da işi ile başbaşa bıraktıktan sonra Aslı'nın Volkan'ınkinin yanında idare eder dediğimiz omletini yiyorum:) Sonrasında hazırlanma vakti. Yaaa yarın da iş mi var diyen ayaklar tutuyor havaalanının yolunu... Aşk bilekliğinin gücünü bir kez daha kanıtlayan Duygu ile buluşuyoruz ve güneşli Antalya'dan sonra parçalı bulutlu İstanbul...

Not: yazının başında fark edenler olduysa Antalya'ya geldiğimiz ilk gece Burger King'e son kez giriyoruz demiştik. İstanbul'a dönerken havaalanından ne yedik tahmin edin bakalım:)))








2 Ekim 2010 Cumartesi

sakin bir haftasonu üst üste izlenen filmlerle...

başlamışsa geçirilen 2 haftanın ne kadar yorucu olduğu daha iyi anlaşılabilir sanırım...
ekipten iki kişinin olmayışı GM de bitmek bilmeyen personel talebi, akşam 8 de Gebzeden kalan adaylarla mülakat yapmak, tüm bunlar olurken eve döndüğünde evde kimsenin olmayışı ve çamaşır makinesini çalıştırmak bilinmediği için giyecek gömleğinin dahi olmaması...

bu iki haftanın saat kaç olursa olsun yapılan şarap geceleri, Mugenin bigudileriyle, Buşranın zaten sarhoş olarak, Aslıyla benimse pijamalarımızla katıldığımız pizza&şarap&parmak dondurma gecemiz...

neyseki beklenen cuma günü geldi, Sedene yapılan veda sonrası bir sonraki kişiyi merakla bekleyen gözler kimde duracaktı acabaaaa??

ve işte beklenen cumartesi sabahı çalan telefonda uzaklardan çok özlenmiş bir ses...

bütün hafta fırsat bulundukça izlenen kimi tavsiye edilebilcek kimi de sadece zaman geçirmek için izlenebilecek bir kaç film... hepside romantik komedi nedense trajikomik bi şekilde:)))





bu arada unutulmaması gereken Ortaköy sefası... saat 18:20 yi gösterirken işten çıkabilmiş olmak ve İstanbul trafiğine rağmen Ortaköye ulaşıp hala hava kararmamışken kumpir yiyebilmek, takıları, tokaları, şalları takıp takıştırabilmek. Sonrasında krispy de soluğu almak birer donut söyleyip birer düzineyi paketletirken ikram edilen ikinci donutları bu sefer son dimi Aslı diyip yiyebilmek:)))

ps: iki haftayı birde sanki başka araba kalmamış gibi jeepe çarpmayı başararak arabasız geçirmek var tabi bunların yanında:))

kıssadan hisse araba kullanırken internette işin ne diye sormak istiyorum kendime sabahın 9unda yollarda olan digitürk çalışanlarını işinden ederken ;)